29 Temmuz 2012 Pazar

AYRTON SENNA

    F1 i hayatı boyunca takip etmemiş birisine kalkıp gel seni Alain Prost, Niki Lauda yada Schumacher'in hayatını anlatan belgesele götüreyim deseniz büyük ihtimal size vereceği cevap olumsuz olurdu.Ama söz konusu F1 tarihinin gelmiş geçmiş en tanınmış ismi Ayrton Senna olunca tabi ki herkesin cevabı evet olur.
    Ayrton Senna'nın hayatını anlatan film 2010 yılında çekildi.Özellikle F1 takipçileri bu filmi kesinlikle izlemeli; çünkü bu film Senna'nın hayatını anlatan bir belgesel olmasının dışında onun hayatını kutlayan onu ölümsüzleştiren bir yapımdır.Ayrıca bu film F1'in en karmaşık yanı olan psikolojik tarafını çok çarpıcı bir biçimde bizlere o zamanda çekilen belgeler ve yapılan röportajlarla aktarmaktadır.Senna Filmini yapanlar bu işi oldukça başarılı yaptıklarından dolayı Dünya çapında bir çok ödül almışlardır.

    Ben Formula 1 i takip etmeye 11 yaşımda başladım ve Schumacher'in kırmış olduğu rekorlara canlı tanıklık ederek büyüdüm; o zamanlar benim için Senna ismi sadece pistlerde vefat etmiş 3 şampiyonluğu olan bir pilotdan başka bir anlam ifade etmiyordu.Ama sonraları Senna hakkında yaptığım detaylı araştırmalar ve bu filmi izledikten sonra düşüncelerimin baya yukarısında insanüstü bir varlık ve rakamlarla bakılıp karşılaştırılamayacak kadar çok iyi bir yarışçı olduğunu öğrendim.Peki Senna'yı bu kadar efsane yapan şey neydi?Rakipleri ihtiyacı olan ikincilik veya beşinciliği alabilmek için yarışırken o ikinci olmayı bile bir kaybetmek olarak görmesi mi?Pilotların çoğunun yarışmaktan korktuğu yağmurlu havalarda aracını adeta dans eder gibi sürüp yağmurda yarıştığı tüm yarışlarda en azından podyuma çıkması mı?Filmde de farkedeceğiniz üzere her bakışından ve duruşundan duygu fışkıran, aracını tamamen kalbiyle inanarak süren, yüreğinin sıcaklığı tüm dünyaya yayılmış dünyada yapılan kötülüklere anlam veremeyen bir insan olması mı? İşte bu film bize yukarıda yazdığım gibi uzayıp giden bir çok sorunun  cevabını gayet güzel ve akıcı bir biçimde veriyor...

     Bu filmde en çok Senna'nın İmola'da attığı o son turda Tamburella duvarına yaklaşık 300 km hızla çarpmasını izlerken duygulanıyorsunuz, onun gibi mükemmel bir insanın asla geri gelmeyeceği gerçeği acı bir tokat gibi yüzünüze vuruyor.Bu filmi izledikten sonra ise kişiye göre değişen Formula 1 kurallarının, onun başarısını çekemeyen F1 kodamanlarının keyfe göre değiştirdiği araç şartlarının, o öldükten sonra alınan ve öncesinde alınması gereken büyük çaplı güvenlik kurallarının bir efsanenin hayatına nasıl kıydığını daha iyi anlıyorsunuz.Keşke onun gibi bir efsanenin daha çok yaşamasını isterdiniz ama bana göre kendisinin de ifade ettiği gibi pistlerde ölmesi eminim onu daha çok memnun etmiştir.

    "Yarışlar, rakiplerle mücadele benim kanımdadır; benim bir parçamdır.Eğer bir gün hayatıma mal olacak bir kaza geçirirsem, tek isteğim her şeyin hemen, bir anda olup bitmesidir.Tekerlikli sandalyeye mahkum kalmak istemem ya da hastane köşelerinde yıllarca sürünmek de istemem,Yaşayacaksam her şeyimle , bir bütün olarak yaşamalıyım yarım olarak yaşamak beni mahveder..."
    

    

    



22 Temmuz 2012 Pazar

GEMİDE(1999)

   1998 yılında Serdar Akar,Önder Çakar ve Sevil Demirci tarafından kurulan Yeni Sinemacılar 90'ların ikinci yarısında yeniden uyanan Türk sinemasında auteur; yani kendi dilini oluşturabilen akımın öncülerinden oldular.Gemide ile başladıkları serüvenlerinde sırasıyle Laleli'de Bir Azize, Yer Altında Bir Dünya Var,Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Maruf ve Takva'yı çektiler.Yeni sinemacılar kendi cümleleri ile "Ne eski Yeşilçam geleneklerine saplanıyor, ne de Batılı trendleri kopyalayıp üzerine yapıştırıyorlardı." ve bu tanımlamadan dolayı da yeni bir dil oluşturmaya çalışıyorlardı.Oluşturdukları bu dilin en somut örneği ise Gemide filmidir...

    Gemide filmi daha ilk sahnesiyle uyarmaktadır izleyiciyi"Bu size daha önceleri anlatılanlara benzemeyen bir deneyim olacak" diye...Filmin başında esrar çekip ahkam kesen Kaptan karakteri ve boksöre bakmak için güverteye çıkıp orada kusan ve ardından ağzının salyalarıyla kameraya dönen Ali bunun gerçekten de daha önce çekilen filmlerden farklı olacağını hissettirir.



    Gemide'de benim gibi 90 çocuklarının zihninde yer tutmuş omzunda çaydanlıkla gezen itici bir tip olan Temel'in yani Erkan Can'ın aslında ne kadar baba bir karakter olduğunu anlarız.Yönetmen Temel'i esrar çeken her iki lafından biri küfür olan ve yaptığı tiratlarla kendine hayranlık bırakan  İdris Kaptan olarak sunar bize.Kaptan ve diğer karakterler o kadar çok gerçekçidir ki size sanki o geminin bir tayfasıymışsınız hissi verir.

    Gemi Kaptanında dediği gibi başlı başına yönetilen dış dünyadan kopuk kendine ait belli düzeni ve dili olan bir memleket gibidir.Bu memleketin dili ise bizim pek aşina olmadığımız bir dildir.Filmin baş karakteri Kaptanın her iki lafının birinde küfür olması o zamana kadar Yeşilçam'da gördüğümüz ağzından hiç kötü laf çıkmayan, konuştuğu her cümlesi TDK onaylı kötü adamlardan sonra Türk sinemasında bir ilktir.

    İki lafından biri a...na k...m olan insanların yaşadığı bir ülkede çekilen Gemide filmi küfürlerle dolu iğrenç bir film değil daha çok 4 yalnız insanın bir arada karadan uzak bir yerde yaşadığı, aralarına bir kadının girmesiyle hayatlarının nasıl şekillendiğini ve küfürlerin gerçeklik kattığı iğrençlikleri anlatan bir filmdir.

    Yeni Sinemacılar kendi oluşturdukları bu gerçekçi sinema dilini, Serdar Akar'ın Gemide'sinde ki bu filme özgü dilden vazgeçmemesi üzerine oluşturmuşlardır.Böylelikle Gemide filmi ile Türk Sineması öncekilere göre daha gerçekçi bir sinema dili ve bambaşka bir gerçekçilik yakalamıştır.Ayrıca bu film yıllarca saçmasapan bir dizide harcanan Erkan Can gibi bir oyuncunun kıymetini bilmemizi sağlamıştır.Yazımı Kaptanın sözü ile bitireyim...

"Bu dünya iki şeyden yıkılacak bi binadan bi zinadan Allah sonumuzu hayır etsin..Mahşer günü bütün binaları deniz geri isteyecek, batan bütün memleketler gibi; deniz kumu en sonunda geri alacak. çaresi yok bunun..."

    





16 Temmuz 2012 Pazartesi

ROGER FEDERER-The God Of Tennis

    Ve Ekselansları Roger Federer bugün Pete Sampras'ın elinde olan bir başka rekoru daha tarihe gömdü.Federer ATP Dünya Sıralamasının Zirvesinde 287 haftayı tamamlayarak yeni rekorun sahibi oldu...

    "Tenis eğer bir din olsaydı eminim Federer tanrısı olacak adamdı; Federer'in tanrı olduğu bir sistemde ise ateist filan olmazdı..."
    Öyle bir adam düşünün ki kazandığı başarılarla; kırdığı ulaşılması güç rekorlarla ve oynadığı farklı oyun stiliyle milyonlarca kişiye tenisi sevdirmiş -ki buna bende dahilim- bizim gibi şanslı bir neslin tarihe canlı tanıklık etmesini sağlamış bir sporcudur Roger Federer...

    Federer'in şu an 17 Grand Slam şampiyonluğu vardır, erkekler tenis tarihinde bu seviyeye ulaşan ilk tenis oyuncusudur. Ayrıca tarihte "Kariyer Grand Slam" yapan yedi oyuncudan biridir. Federer 24 Grand Slam finalinde oynayan ilk oyuncudur. Ocak 2010 itibariyle ardarda 23 Grand Slam yarı finali oynarak kendisinden önceki rekoru yaklaşık olarak ikiye katlamıştır.Ama Roland Garros 2010 da çeyrek finalde elendiği için son bulmuştur.11 kez üst üste Grand Slam finali oynayarak önemli bir rekora daha adını yazdırmıştır.Ayrıca Federer 2012 Wimbledon itibariyle ard arda 33 Grand Slam çeyrek finali oynamıştır ve bu bir rekordur ve halen devam ettirme şansı vardır. Tenisteki bu başarılarından dolayı, 4 kez üst üste Laureus World Sportsman of the Year ödülünü kazanmıştır.

    Avustralya Açık Tenis Turnuvası'nı 4 defa, Wimbledon tenis turnuvasını 7 defa, Amerika Açık Tenis Turnuvası'nı 5 defa Fransa Açık (Roland Garros tenis turnuvası) 1 defa olmak uzere toplam 17 Grand Slam kazanmıştır.Ayrıca 2009 da Roland Garros,Wimbledon ve 2010 da Avustralya Açık tenis turnuvalarını kazanarak 1 yıl içerisinde toprak,çim ve sert zeminlerde Grand Slam kazanan ikinci oyuncu olmuştur. 2011 yılı, Federer'in 2003'ten bu yana Grand Slam kazanmadan geçirdiği tek sene olmuştur.

     Pete Sampras'ta dahil olmak üzere birçok tenis duayenininde kabul ettiği dünyanın gelmiş geçmiş en iyi tenisçisidir.Evet belki Nadal'a karşı birebir anlamda bir üstünlüğü yoktur(18-10).Belki back-hand'i bir Djokovic kadar iyi değildir.Ancak bu adam tenisi imkansız vuruşlarla güzelleştiren ender tenisçilerdendir.Bu güzellikleri puan kaygısı nedeniyle esirgeyenlerden veya beceremeyenlerden değildir.Federer'in repertuarında olmayan vuruş yoktur.Her maçı ayrı bir tenis resitalidir.Bu adamın sevilmesindeki en büyük nedende budur..Slice'ları sanki eliyle atıması, ritmini bulduğunda kusursuz  servis kullanması, lob, vole, yarım vole, smaç Federer'in elindeki sayısız repertuardan bazılarıdır...En önemlisi ise bu vuruşları Federer'in hangi maçını izlerseniz izleyin kesinlikle görebilmenizdir.
     Bana göre bu başarıların altında; en dezavantajlı dönemlerde dahi soğukkanlılığını koruması, içinde hiç bitmeyecek kazanma azmi, en zor anlarda bile elinden bırakmadığı oyun stilinin yanında kort içinde ve dışında gösterdiği centilmen tutumu, rakiplerine karşı saygısı en büyük zaferlerinde bile abartmadığı zafer sevinci yatmaktadır...

Wimbledon'daki 7. zaferinden sonra çok enteresan bir hikaye ortaya çıkmış.Bir İngiliz 2003 yılında Federer'in 2019'a kadar 7 tane Wimbledon şampiyonluğu kazanacağına dair 1'e 66 orandan bahis oynamış.Bu özel bir bahismiş, adam bahis şirketine direk sorarak normalde bahse açılmış olmayan bu ihtimale ne oran verdiklerini öğrenmiş ve daha sonra para yatırmış.Adam 2009'da ölmüş, ailesi yokmuş.Şimdi ise bu bahisten kazandığı yüz bin poundun üzerindeki para kendi belirlemiş olduğu oxfam adlı yardım kuruluşuna gidecekmiş.

Yazımı Federer'in 2012 yılında Wimbledon zaferini kazandıktan sonra söylediği yaşamını tanımlayan sözle bitireyim:

“Hayatımda kariyerim boyunca çok fazla değişen şey oldu, değişmeyen tek şey ise kazanma duygusuydu.”




    

13 Temmuz 2012 Cuma

EŞKIYA(1996)

    Yavuz Turgul'un 1996 yılında yazıp yönettiği Eşkıya Sinema Dergisi tarafından hazırlanan Son 15 yılın En İyi Türk Filmi listesinde birinci sıradadır.
    Yavuz Turgul eşkiyalığa değiniyor filmin başlarında, ardından geçen zamanda Urfa'nın sular altında kalışına, mafyaya, ihanetlere, sanatçılık mesleğine, ama en önemlisi bir kadına duyulan aşka değiniyor Eşkıya'da.İki karakter üzerinden aşkı sorguluyor Yavuz Turgul.Kim daha aşıktır, Keje'nin aşkını kim daha çok hak ediyordur? Onun uğruna suç üstüne suç işleyen, en yakın arkadaşını, dostunu satan, ondan-dostundan (ç)aldığı altınları kızın başlık parası için kızın babasına teslim eden, "onun için cehennemde bile yanmaya hazır" olan Bejo mu yoksa eşkiya Baran mı? Bu, herkesin aşka bakışına göre değişiyor tabi.Sadece Keje-Baran üzerinden de değinmiyor aşka.Uğur Yücel'in kotardığı Cumali üzerinden de aşkın en saf haline değiniliyor.

    Dağların eşkıyası Şener Şen'in hayat verdiği Baran, bir arkadaşının gammazıyla hapse düşer.35 yıl sonunda sevdiği kadına, köyüne, toprağına tekrar ulaşmak ister.Ama ne köy vardır ortada, ne en sevdiği dostu Berfo ne de hayatının aşkı Keje.Köy boşaltılmış, Fırat Nehrinin sularına gömülmüştür.Artık tek şansı koskaca istanbul'da onları aramaktır.İntikamını Berfo'dan alabilmek, Keje ile köye dönebilmektir.
    "Tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset" diye bir söz vardı Godfather filminde. Bu, Baran için tam oturan bir tabirdir aslında.Hiçbirşey insanın dilediği, planladığı gibi gitmez.Daha Haydarpaşa garında bulur onu kaderi.Trende Beyoğlu'nun arka sokaklarında büyümüş pavyon, kumarhane, uyuşturucu muhabbetinin içinde yaşayan Uğur Yücel'in muhteşem bir oyunculukla hayat verdiği Cumali adlı genç bir adamla tanışır...Hiç birşey Cumali gibi pislik bir karakterin Baran ile yanyana gelmesini ve hiç birşey Baran'ın  intikam yemini etmesini engelleyemez...

    Eşkıya diğer filimlerle izleyici sayısına bakarak karşılaştırılmamalıdır.Bu filim ölmekte olan Türk sinemasını tekrar canlandırmış olup zamanında çok büyük yeteneklerin bu sektöre adım atmasında ön ayak olmuştur.
Ayrıca Türkiye'de en çok satan yerli soundtrack albüme sahip olan filimdir.Müziklerini Erkan Oğur yapmış olup; bu albümle dikkat çekip piyasa tarafından farkedilmiştir...




12 Temmuz 2012 Perşembe

THE DAMNED UNITED(2009)

LANET TAKIM
Film David Peace'nin 2006 yayınlı aynı adlı romanından uyarlanmıştır.Kitap basıldığı anda futbol üzerine yazılmış gelmiş geçmiş en iyi roman olarak adlandırılmıştır.The Damned United İngiliz futbol tarihinin en iyi hocalarından olan Brian Clough'un Leeds United'ın başında geçirdiği sadece 44 gün süren 'Lanetli' teknik direktörlük dönemini anlatmaktadır.

    The Damned Unıted futbol üzerine kaliteli eserin çok az bulunduğu sinema dünyasında, kurgusu ve olayları aktarışı oldukça güçlü, her futbolseverin seyretmesini tavsiye ettiğim, hele benim gibi bir FM hastası iseniz kesinlikle kaçırılmaması gereken harika bir filmdir...
    The Damned Unıted saha içindeki mücadeleye çok az değinip, daha çok bir teknik direktörün yönetimle, futbolcularla ve medyayla olan ilişkilerini, antreman, scouting, alt liglerden en tepeye yükseliş gibi her FM hastasının çok iyi bildiği futbol olaylarını işliyor.Ayrıca bu film bir futbol adamının hayatının futbol merkezli olduğunun kanıtını, bir insanın saplantı haline getirdiği hırsının olumlu ve olumsuz yanlarını da işlemektedir.

    Teknik olarak ise olayların geçtiği yıllara ait teknik altyapının kullanılması, gerçek maç görüntülerine ve dönemin röportajlarına yer verilmesi izleyende sanki bir belgesel izliyormuş havası bırakmaktadır...

Dip Not:Brian Clough kimmiş, kazandığı kupalar neymiş neleri başarmış bunları bilmeden The Damned Unıted'ı izlemek filmi daha da zevkli bir hale getiriyor...
Bu başarıları öğrendikten sonra ise "Mourınho da kimmiş ya" düşüncesi aklınızdan bir müddet gitmiyor :)))
 KEYİFLİ SEYİRLER.... 






11 Temmuz 2012 Çarşamba

SHICHININ NO SAMURAI(1954)

    İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle sanatçılar acılarını yontmaya daha ferah bir Dünya'da eserlerini sunmaya başlamıştır.Ve karşımıza siyah-beyaz ustalar ustası samurai klanına sahip seçkin bir yönetmenin, Akira Kurusawa'nın en iyi filmi olarak nitelendirilen; başta konusu gereği Japon kast sistemine, hayata, doğaya, ölüme ve savaşa getirdiği yorum ve bakış açısı ile şaşkına çeviren ama ondan da öte sunduğu
sinemasal görsellikle baştaçı edilen Seven Samurai ortaya çıkar.
    1952 yılında üç kişi, Atami’deki küçük bir evde toplanır. Akira Kurosawa’nın yanında daha önce Ikuru’da beraber çalıştığı Shinobu Hashimoto ve Hideo Oguni de vardır. Onurlu bir samurayın harakiri öyküsünden Yedi Samuray’a giden yolda, insanı tansiyon hastası yapmaya yetecek kadar kahve ve stres tüketilir. 45 gün sürecek bu tefekkürün sonunda Japon tarihinin o güne kadarki ilk gerçekçi dönem filmi olan Seven Samurai doğar.

    Fakirliğin kendine has bir onuru vardır, ancak işin içine çaresizlik girdi mi, onurun yerini korku alır. Bu korku insanı yerlerde süründürecek denli gurursuz, bir kurtarıcı bekleyecek denli biçare ya da can alacak kadar vahşi hale getirebilir. Oysa korkulan şey başa geldiğinde artık korkacak bir şey kalmamıştır. Bu nedenle korku bir varlıktan değil, yokluktan doğar.
    Seven Samurai’nin açılış sahnesindeki köylülerin durumu da aşağı yukarı böyledir.Köye 40a yakın haydutun saldıracağı bilinmektedir, her yıl kendilerine cehennem azabı yaşatan haydutlar yine kapılarını çalmıştır. Süregiden savaşın, açlığın ve salgınların ardından, son darbe bu haydutlardan gelmiştir. En umutsuz zamanlarda kurtarması için yüzümüzü döndüğümüz Tanrı bile onları unutmuş, sanki "ölmelerini" istemektedir. Karşı karşıya kaldıkları, iki seçenekli bir ölümdür: Ya savaşmadan ya da savaşarak öleceklerdir. Devranın artık onlardan yana dönmesinin vakti gelmiş de geçiyordur: Yaşlı bilgenin verdiği karar da bu yöndedir. Ama tek işi toprağı sürmek olan bir köylüler, samuray kalıntıları olan o haydutlarla nasıl baş edebilir ki?
    Yaşlı bilge aracılığı ile Kurosawa’nın bulduğu yöntem, dehanın basitlikte yattığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Köylülerin kendilerini savunmak için buldukları yöntem, onları koruyacak samuraylar bulmaktır. Onurlarına fazlasıyla düşkün bu savaşçı sınıfın sıradan köylülere yardım edeceklerini düşünmek, oradaki köylüler gibi, biz izleyicilere de ilk başta garip gelir. Biz bu işin olurunu düşünürken, o yaşlı bilgenin cevabı anında yüzümüze çarpar. "Aç kaldığında her ayı, bir gün dağdan inecektir..."
    Kurosawa’nın Seven Samurai için seçtiği zaman diliminin 16. Yüzyıl olması ise tesadüfi değildir. Bu tarihe kadar toplumsal hiyerarşide en saygın sınıfı oluşturan samurayların çoğu, uğrunda savaşacak bir kumandanın emrine giremedikleri için eski konumlarını kaybetmeye başlarlar. Varlıklı ve saygın kişiler için kılıç kuşanamayan samurayların bir kısmı "nobushi" denilen haydutlara, diğer bir kısmı da bugünün tetikçilerine denk düşebilecek "ronin" adı verilen kiralık savaşçılara dönüşmüştür. İşte Seven Samurai’da Kambei’nin başı çektiği samuray birliği, aslında bir avuç roninden ibarettir ve roninlerin kast sisteminin en altındaki sınıf (rütbe itibari ile köylülerden bile daha altta yer alırlar) olması filme bambaşka bir boyut kazandırır. Köylüler nasıl ki buldukları samuraylar aracılığı ile hayatlarını kurtaracaklarsa, samuraylar da onlar sayesinde onurlarını –en azından kendileri için- tekrar kazanacaklardır.
    Böylelikle Kurosawa bizi çift yönlü işleyen bir çaresizlikle baş başa bırakır. Söz konusu olan yediklerini haydutlara kaptıran köylülerin trajedileri değildir yalnızca, onların kendilerini boğaz tokluğuna koruyacak samuray bulma yolculukları da bir zamanların soylu sınıfının düştüğü çaresizliğin hüznünü taşımaktadır.
    Filmde Kurosawa her zaman ki naif biçimiyle doğayı karakter ve durumların haline göre çok iyi kullanır. Misal karakterlerin umutsuz olduğu sahnelerde şiddetli bir yağmur yağar veya iki gencin "aşkı keşfettikleri" sahnelerde çiçekleri böcekleri rüzgarla savrulurken görürüz.
    Film ayrıca kullanılan teknikler ile de sinema tarihinde ilklere imza atmıştır.ilk olarak, slow motion'ın kullanıldığı ilk filmdir.Ayrıca Star Wars'tan hatırlayacağınız, sahneler arasındaki geçişlerde kullanılan "The Wipe" tekniği de ilk bu filmde kullanıldı.Bunların yanı sıra, Akira Kurosawa, 3 ayrı çeşit (kısa, orta ve uzun menzilli) kamera kullanarak multi-cam tekniğini de bu filmde uygulamıştır
     Filmin sonunda ise tüm girdiği savaşlardan yenilerek çıkan samurayların en yaşlısı ve deneyimlisi sıfatıyla lider konumunda oynayan Takashi Shimura yani Kambei Shimada,"Kazanmış görünüyoruz ama biz yine kaybettik aslında.Her zaman köylüler kazanır savaş önemli değildir.Önemli olan topraktır ve toprak köylülere aittir..Her zaman toprak kazanır " sözüyle neden hiç bir savaş kazanamadığını o zaman anlarız;çünkü onun yaptığı birliğe olan inancı korumaktır, çoğu zaman acı verse ve yalnızlığa sürüklese de...Kurusawa Kambei aracılıyla topluma fikirleri ile yol gösteren, ama çoğu zaman yalnız bırakılan sanatçının ödediği bedeli de göstermektedir...

    Fİlm yaklaşık olarak 200 dk sürüyor ve bu 200 dk yı yorulmadan sıkılmadan izlemek zor ama emin olun 1954 yılında çekildiği de dikkate alınarak IMDB ye göre en iyi 10. olan bu filmi Kurusawa ustanın kullandığı teknikleri ve bize vermek istediklerini düşünerek 200 dk feda edilebilir.Ayrıca filmi ilk defa izleyenler aslında filmin içinde izlediklerini, bir çok kült, klasik yada klişe haline gelmiş sahnelerin ilk defalarını tecrübe edeceklerdir...
Keyifli Seyirler




10 Temmuz 2012 Salı

REQUİEM FOR A DREAM (2000)

Bazen doğruları ifade etmenin en iyi yolu yanlışları ifade etmektir...
    Hubert Selby'nin aynı adlı romanından uyarlanan Requiem For a Dream(Bir Rüya İçin Ağıt) yönetmen Darren Aronofsky tarafından 2000 yılında çekilmiştir.

    Darren Aronofsky bu filmi cok düşük bir bütçeyle çekmiştir ve bu bütçeye rağmen insanı 100 dakika boyunca mükemmel bir şekilde filmin içine çekip bittikten sonra ise insanın psikolojisinin içine edebilecek bir başyapıt ortaya koymuştur... 
    Film çeşitli uyuşturu madde peşinde hayatları mahvolan gençleri, yaşlılığın ve yalnızlığın verdiği bir bunalımla televizyonun esiri olan bir kadını konu edinir.Aslında Aronofsky  “Bir Rüya İçin Ağıt” da sadece bağımlılıkların insan hayatını ne denli etkilediğini göstermeye çalışır. Uyuşturucu, medya, televizyon, yemek, anne sevgisi gibi insanın farkında olmadan bağımlısı olduğumuz şeylerin…Senaryo standart bağımlıların bundan kurtulmak için verdiği mücadeleden oluşmaktadır.Bu onların hayattaki en büyük rüyalarıdır...

    Daren Aronofsky izlerini filmin içinde bırakmakta oldukça başarılı bir iş çıkarmıştır.Mesela; filmdeki geçiş sahneleri normal bir filme göre oldukça fazladır; özellikle uyuşturucunun alındığı sahnelerde hızlı hızlı geçen kareleri her seferinde gözümüzü kırpmadan izleriz.Ekranı ikiye bölen sahnelerde değişik açılarla değişik düşüncelere yelken açarız.Trip anlarında hızlı çekimlerin kullanılması ise yaşanılanın daha da iyi hissedilmesini sağlar ve ister istemez filmin her anında karakterlerle empati kurmaya başlamamızı sağlar...

   Film hızlı başlıyor, hızlı geçiyor ve hedefe ani bir iniş yapıyor. İçeriğe kendinizi kaptırma garantisiyle devam ettiğiniz o ilk anlardan sonra temponun düşmesi bir yana her şey hızla korkunç sonlara doğru ilerliyor ve düzelme ihtimalini bile hayal edemeyeceğiniz bir finale bizi taşıyor.
    Requiem for a Dream, sizi izlerken yorabilir. Çünkü çok fazla hareket ve sürekli konunun içinden bir an olsun uzaklasıp nefes almak istediğinizde sizi yeniden içine çekecek sahneler konuyu yüzümüze defalarca vuran bir tarzda ilerlemektedir.Ayrıca Aronofsky filmde cok fazla renk karmasına yer vermemiştir.Örneğin kırmızı elbise vurgulanarak hayal için yaşamak hayale ulaşmak için çabalamak vurgusunu bilinçaltımıza işlemeye çalışmaktadır.Cenin pozisyonu aklımızda en cok kalan sahnelerden birisidir herhalde. Bitişte de  vurgulanmıştır.. Çaresizlik, yalnızlık, bağımlılık…Daha iyi bir şekilde anlatılamazdı herhalde...
    Darren Aronofsky bu herkesi derinden etkileyen, insanların tanımlamaya çalışırken onlarca kelime sarfettiği filmini bir cümleyle tanımlamıştır: “Bağımlılığın insan ruhu üzerindeki zaferi!

    Ayrıca filmde son sahnelerde gülen gardiyan olarak kısa bir süreliğine Hubert Selby’yi görürüz. Burada onun yarattığı karakterlere güldüğünü de düşünebiliriz.
    Tüm sahnelerde en derinlerimize kadar etkilenişimizin yönetmenin ustalığından kaynaklanmasının yanında Clint Mansell tarafından yapılmış müziklerin de etkisi çok büyüktür. Öyle ki filmi izledikten çok sonra bile müziği dinleseniz bir umutsuzluk, çaresizlik hissiyle sarılırsınız.
    Benden size bir tavsiye eğer bu filmi izleyecekseniz gerçekten güvendiğiniz sağlam bir ruh haliyle izleyin; çünkü kahramanların acı biten sonlarını gördükçe ve hayatın bazı insanlara bu kadar kötü izler bıraktığını anladıktan sonra hayata bakış açınız değişip ilerleyen birkaç gün boyunca hayattan pek fazla zevk almamaya başlayabilirsiniz....


HAYAT BOMONTİYLE GÜZEL

Bazı şeyler geçmişte kalmalı, ama bazıları asla!
    120 yıl önce bu topraklarda doğduğunda ortada biranın b'si bile yoktu.Üzerinden ne zamanlar ne biralar geçti.%100 malttan gelen lezzeti ve %4.8 alkolüyle içimi kolay bir bira olan Bomonti çıkıp geldi.

Nasıl Doğdu?
    Yıl 1890,Anadolu'dan aldıkları esrarengiz bir dostun ,"Sevgili, Olten ve Zofingen, burda kimse bira nedir bilmiyor #stop#Burada inanılmaz bira satabiliriz #stop#" şeklinde ki telgrafıyla zaten el attıkları her işi batıran Bomonti kardeşler her türlü riski göze alıp yanlarında ürettikleri Bomontilerle (Bomontiler ellerinde patlamıştı çünkü Almanlar onlara bira sattırmamışlardı), yoldaki bütün güvenlik görevlilerine Bomonti dağıtıp , biraları interrail kartı gibi kullanıp Anadolu'ya varmışlardır...

    Yer İstanbul ,Feriköy...Bizim ikili öylece keşif yapıp dururken İstanbul'a gelen ilk kişilerin Haydarpaşa'ya gidip İstanbul'a meydan okunmasını gerektiğini öğrenip işi biraz! abartınca soluğu padişah 2.Abdülhamit ' in karşısında alıyorlar.Padişah, bizimkilerin birasını tadınca, bu ikilinin iyi niyetli olduklarını anlayıp Feriköy'deki büyük araziyi bu ikiliye 5 yıl  % 0 faizli krediyle satmış..
    Bomonti kardeşler, inanılmaz satışlar yapmaya başlamışlar..Bomonti fabrikasının bahçesi her gün insanlarla dolmuş..Zenginler,saraylı züppeler, son model faytonlu gençler,ihtiraslı kadınlar..Kimi ararsan oradaymış..İstanbul'un bütün jet sosyetesi fotoğraf çektirmek için Bomonti fabrikasının önünde adeta yarışıyorlarmış..Her şey yolunda giderken , bir gün 2.Abdülhamit'in bir akrabasının, Bomonti bira bahçesinde biriyle bir dedikodusu yayılmış, daha sonra 2.Abdülhamit bütün magazin mecmualarını toplatmış, bütün fotoğraflara el koydurup, yaktırmış ve böylece bizimkilerin işleri o günden sonra kötü gitmeye başlamış...
    1890 senesinde Feriköy'de kurulan fabrika ardından 1938 yılında Tekel'e geçmiştir.1902 yılında işletmelerini bu gün İstanbul Tekel Fabrikası, eski adıyla Bomonti Fabrikasının bulunduğu yere naklettiler.1912'de Bomonti ve rakipleri olan Nektar Şirketleri birleşerek Bomonti-Nektar Birleşik Bira Fabrikaları şirketini kurdular.Bomonti Bira Fabrikası ana binasına zaman içinde yeni üniteler eklenmiştir.Eklenen bu ünitelerle fabrika bugün 40 dönümlük bir arazi üzerinde yer almaktadır.Fabrika 1938 yılında Tekel yönetimine girmiştir.1976 yılında 37 milyon litre üretime ulaşmış fabrika, 1991 yılında üretimi durdurmuş ve boşaltılmıştır.2010 yılında Efes Biracılık A.Ş. tarafından bu sefer Bomonti ismiyle piyasaya sürülmüştür.
    Tarihe geçmek isteyen Bomonti kardeşler sadece isimleriyle kalmışlar ve ne zaman internette aranmak istenseler tek kare fotoğrefına rastlanmamış..Ama geriye kahverengi bir şişe ve ruh bırakmışlardır...

Bomonti Nasıl İçilir?
    Bomonti efsane bir biradır.Öncelikle saygıyı hakeder.Aldığınız yer bir market ise Bomonti diğer biralardan ayrıdır.Buzdolabındaki yalnız kovboydur ve elinizle öndeki şişenin arkasına baktığınızda başka şişeler olmadığını farkedersiniz.Tüm şartlar altında Bomonti'yi almak insana ayrı bir mutluluk verir.Eğer alacağınız yer bir bayii ise daha sanşlısınız.Çünkü muhtemelen bayiinin sahibi Bomonti'nin reklamını bol bol yapmıştır ve Behzat Ç. birası olarak anlatmıştır.Buzdolabının en altına uzanmak zorunda kalsanız da ,siyah ve geri dönüşümü en zor olan poşete koyar Bomontinizi ve evin yolunu tutarsınız..
    Öncelikle Bomonti bardakta içilmez.Şişesiyle özel bir biradır, nostaljik kahverengi şişe sizi alır götürür geçmişe.Bomonti çevir-aç kapağı açılır şişe yarıya kadar içilir dudaklarda kalan köpükler el yordamıyla silinir ve ardından derin bir 'Ohhhhh' çekilir...
Afiyet Olsun :))))
*Bu hikayedeki bazı kişi ve olaylar kurmacadır...
http://bomontikardesler.blogspot.com/ adresinden derleme yapılmıştır...

9 Temmuz 2012 Pazartesi

KADER (2006)

    Zeki DEMİRKUBUZ bizi bu filimde masumiyetin öncesine götürüyor.Masumiyette Haluk Bilginer in verdiği 7 dk lık tiratda biraz değişiklik yaparak önümüze muhtesem bir film cıkarıyor.

    Filmde Ufuk Bayraktar Bekir karakterindeki metamorfozu öyle güzel canlandırıyor ki hayran kalmamak mümkün değil.Bekir ilk başlarda zengin bir babanın efendi oğlu hayatta pek bir amacı olmamış dört gözle beklediği askerlik sonrası babasının bulduğu iyi bir aile kızıyla evlendirilmeyi uman kendi halinde sessiz utangaç bir gençtir.Vildan Atasever in canlandırdığı Uğur ise kenar mahallenin güzelliğinden emin bundan dolayı hırçın ve şımarık kızıdır.Kahramanımız Bekir bir gün dükkanında uyuklarken bir güneş gibi üzerine doğan Uğur un güzelliğiyle kendinden geçer ve yıllardır içinde uyuttuğu canavarı ayağa kaldırır.
Efendi Adam Bekir

    Ardından Bekir için yönetmen Zeki Demirkubuz un filmlerinde bolca kullanmayı sevdiği üçüncü sınıf otel odalarında cigara partileri ve pavyon ortamlarında sevdiğinin peşi sıra yitip gidecek bir ömür başlar. Bekir için bu değişim iyice hissedilmeye başlanır.

    Bekir her ne kadar bu sevgiden uzaklaşmak  karısı ve çocuklarına daha fazla eziyet çektirmemek istese de yapamaz bir gece çocuğuna ilaç almak için gezerken kendisininde dediği gibi aynı karın ağrısı içinde kendini bulup ardından bir meyhaneye ve oradan da asıl olmak istediği yere Uğur un yanına Kars a kadar gider...

Filmin sonunda ya kendi kaderinize şükrediyorsunuz,ya da ömrünüzde böylesine takıntı derecesinde bir aşkı KADER diye yaşamadığınız için üzülüyorsunuz. 
Birbirine zıt iki sonuç ihtimalinden birini filmin sonunda Zeki Demirkubuz sayesinde hissedebildiğinizden (hatta aynı anda ikisini de) evet o film iyi değil muhteşem bir film oluyor...

    Kazandığı Ödüller:
2007 Ankara Film Festivali:
En İyi Kadın Oyuncu Vildan Atasever
En İyi Yönetmen Zeki Demirkubuz
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu MÜge Ulusoy
2006 Antalya Altın Portakal:
En İyi Film Zeki Demirkubuz
Özel Jüri Ödülü En İyi Erkek Oyuncu Ufuk Bayraktar
2007 Uluslararası İstanbul Film Festivali:
En İyi Erkek Oyuncu Ufuk Bayraktar
Yılın En İyi Yönetmeni Zeki Demirkubuz
2007 Nuremberg Film Festivali"Türkiye-Almanya" :
İzleyici Ödülü En İyi Film Zeki Demirkubuz